Thursday, November 18, 2010

yavaş inip sert düşerler,

birden çok hayatı olan insanlar.

hayatında "öğrendiğiniz" ne var? "öğretebileceğiniz" ne var?
hayata dair,,

hayat hakkında afili sözler savurup durmak benim işim değil. öyle insanları da oldum olası sevmedim. yazarlar filan yapınca güzel oluyor da reelde biri başlayınca böyle bi muhabbete ayyaşlık karışıyor gibi oluyor. gündüz vakti ayyaş muhabbeti yapacak değilim. bence hayat hakkında büyük sözler söylemeye çalışan birinin hiç arkadaşı yoktur.

hayattan bir şey öğrendiğinizi filan da sanmaktan vazgeçin. asıl öğrendikleriniz, hayatınıza yedirebildiklerinizdir. implicit hafızadır en süperi, en gelişkini. neyse. size hafıza konusunda ders verecek de değilim.

erdeği seviyorum. erdekte uyku var. şenlik var. eski kokular var. aspava var.

birden çok hayatı var insanın. tek hayat kime yeter?

Saturday, September 18, 2010

kale kapanıyor, elini çeken?

insanın kendi içindeki sınıf mücadelesi nasıl bir şey olabilir, diye düşündüm ben. fizyolojik/fiziksel mücadeleler var kesinlikle. psikolojik müdahaleler var sonra. tamam, saçmalamadan, dağıtmadan, perişan olmadan, yavaştan geleyim.

mesela mantık ve duygu pozisyonu gayet sınıfsal bir pozisyondur. mantık, günümüzün post kapitalist çağında gayet tutan, para eden, insanın işini kolaylaştıran, aranan bir özellikken; duygu hor görülen, dışlanan, zaaflara işaret eden ve insanı "geri çeken" bir şeydir. geri çeken'i tırnak içine aldım zira geri çeken kimi zaman duyguyken kimi zaman da mantık oluyor. mantıkla duygu, bu kendini öne çıkarma işinde sürekli çatışma içinde. şimdi damasio filan okumadığımı sananlar aslında bunların işbirlikçi olduğunu anlatacaktır mutlaka fakat olabilecek en basit yargılar üzerinden gitmenizi istiyorum. mantık ya da duygu dediğimiz süreçlerden, hangisinin hakim gelmesi durumu. bir diyalektik içinde var olabilmeleri kadar işbirlikleri sadece. pür mantığın olduğu yerde, yani bu yerin mümkün olabilmesi için, duyguyu tamamen ekarte eden bir sürecin yaşanması gerekir. aynı şekilde, hardkor mantığın işlediği yerde duygunun var olması zorlaşıyor. sınıfsal mücadeleleri, var olan bir hiyerarşi üzerinden (kapitalist dünyada mantığın duyguya tercih edilmesi) işlemekten öte (yani, duygunun mantığın yerini almak istemesi ve mantığın sınıftsal olarak üst konumunu korumaya yönelik mücadele etmesi), iki tarafın da aynı derecede mücadelede ettiği bir süreç. birinin var olması, ancak diğerinin aşağı çekilmesi ile mümkün. bu süreci nasıl sona erdiriyoruz? duygunun, mantığı alt etmek istemesi ancak duygunun ölümü göze almasıyla olabilir; zira mantığa rağmen dile getirilmiş duygu, önce kendini kurban eder. bir kere dile getirilince, bastırılmışlığı ve buna oranla gücü azalmaya başlar. ya da bu süreçten daha güçlü de çıkabilir. ne diyorduk,, insanın kendi içindeki sınıf mücadeleleri. mantığın bu mücadeledeki araçları ve kendisini kollayanlar daha fazlayken; duyguda ise devrimci heyecan ve cesaret vardır.

ve her zaman duygunun yenmesi daha etkileyicidir.

insanın kendi içindeki sınıf mücadeleleri, günümüze gayet uyumludur. duygunun, arasıra da olsa, mantığa galip gelmesi, hem de kendini feda etme olasılığına rağmen bunu yapabilmesi, pornografik öğeler içerir. devrimci bir süreçtir. duyun, ve duyurun (uykuya gitme faslı).

Thursday, August 19, 2010

ennui

bu oyunu hep birlikte oynuyoruz, bazen. ve ben bu oyundan çok sıkılıyorum, bazen.

Saturday, August 14, 2010

eve doğrulmak

son 9 senedir filan blog yazıyor(d)um. ara ara, ara vermeler dışında. hiç bu kadar ara verdiğim olmamıştı. herkesin bir eskiden'i vardır, ve bir çoğumuzun eskiden'i gibi, ben de eskiden sırf yazma ihtiyacından, özgürlüğüğü oldukça kısıtlanan bir ergen olduğumdan, ve yazı tek dostum filan olduğundan yazıyor idim. oldukça melankolik, depresif yazılar. hiç mutluyken yazmamışım. öyle görünüyor yani. ama aslında mutlu olduğum için yazıyordum, gibi. gerçekten mutsuz bir insanın yazı yazabileceğini sanmıyorum. mutsuzluğunu kullanabilen birinde hala biraz mut vardır sanıyorum. her neyse. etrafta ve dünyada, kendi içimde, kendime yaşattığım adaletsizliklerden daha büyük, önemli şeyler olduğunu, aslında belki de katili daha iyi tanıdığımı; ve bunlar oluyorken kendime uydurduğum melankolik, dipsiz dünyaya ve onun getirdiği ağırlıklara kapılmanın çok bencilce, ergence olduğunu düşünüyordum. zira eninde sonunda bakıyorsun ki yaptığın bir sorgulama bile değil. sayıklamalardan ibaret. çoğu çöp. cevap yok, çünkü yeterince ışık yok. cevap yok çünkü karanlık; asıl içindekilere bakmamak, yüzleşmemek için olabildiğince karartıyorsun ortamı. cevap olmayacak çünkü cevapla derdin yok.

üzüldüğüne bile inanamıyorum.

yine de introspekşın, içgörü önemli. içgörü için dönmüş değilim, ama ne kadar içgörü yapabildiğimi, ya da; içgörünün ne kadarını yapabildiğimi bilmek isterdim doğrusu*. o da değilse, belki birkaç takla atabilirim diye umuyorum. edebi olması kaydıyla. asıl niyetim başkalarını tanımak. işim bu değil mi zaten? bir terapistin en iyi malzemesi kendisidir.

içgörüden filan bahsetmeyi hiç düşünmüyordum aslında, nerden çıktı bilmiyorum.

zihnimde birkaç katmanda zaplıyordum. melankoli ergenlik, dünyada senin uydurduğun, büyüttüğün sorunlardan çok daha büyük sorunlar, acılar var. cevap da aramıyorsun. ve ney? hah, kendini yazmıyorsan kendine de uzaklaşıyorsun. kendine uzaklaşınca, dünyaya da. topaç gibi dönüyorsun, ne çemberin içinde durabiliyorsun, ne de dışında. saçmasapan sekiyorsun. işte bu iç ve dış sorununun üzerinden gelebilmek istiyorum. çemberin hem içini, hem dışını kaplayanın içinde durmak istiyorum. şu an için dilediğim bu. hoş gelmiştir umarım.

* içgörü yapmak. hemen ukalalık yapmayın. içgörü yapılarak sahip olunan bir şeydir içgörü.